Biz Sizi Ararız...

29 Mart 2011 Salı


Efes Pilsen'in sunduğu 2 isim önerisine, 60 günde(ki kendileri 1 ay içerisinde açıklanacağını belirtmişlerdi) olumlu ya da olumsuz bir yanıt vermesi gereken TAPDK aradan 80 gün geçmesine rağmen sessizliği koruyor. Haliyle bu saçmalık şirketi, takımı, taraftarları, basketbolseverleri, kısacası herkesi geriyor. TAPDK'nın bu konunun bir yere "Sigara içilmez" tabelası astırmak kadar basit bir iş olmadığını bir an önce idrak etmesi gerekiyor. Karşılarında sıradan küçük çapta bir kuruluş değil(ki öyle bile olsa görevlerini layıkıyla yapmalılar), Türk spor tarihine damga vurmuş bir kulüp ve Türkiye'nin en önemli şirketlerinden biri var. Keyifen verdikleri maddi ve manevi zararın bir an önce farkına varmaları gerekiyor.

Bunun düşünecek, taşınacak bir şeyi de yok üstelik! Evet ya da hayır diyecekler, bu kadar... Bu çok basit bir kararı bile 80 günde alamayan bir kurum Türkiye'ye ve Türk sporuna nasıl yön verebilir? Bu kurumun iletişim adresleri ise sadece telefon numarasıyla ve adresle sınırlı. Günümüzde sıklıkla kullanılan bir mail adresi falan da yok... Ülkemizde bu derece ilkel bir kuruluşun olduğunu görmek gerçekten üzücü.

Bu zamana kadar kararın açıklanmamasından çıkarılabilecek iki sonuç var; ya bu kurum işini layıkıyla yapmıyor ya da birilerinden icazet bekliyor! Birilerinden icazet bekliyor olabilirler, hatta o birileri şu an seçimlerle uğraştığı için bu konuya odaklanamamış da olabilir ama bu konu çocuk oyuncağı değil. Bir an önce ciddiyete erişmeleri gerekiyor.

Bugün bir arkadaşımız iletişimdeki telefon numarasını aramış. Uzun zamandır arıyorduk ama kimse açmıyordu, bugün açmışlar. Arkadaşımıza "Efes Pilsen kulübünden mi arıyorsunuz?" diye sormuşlar. "Hayır" cevabını alınca "O zaman açıp Efes Pilsen Spor Kulübü'ne sorun" diye küstahça bir yanıt vermişler. Ehh, şaşırmadık!

Not: Affınıza sığınarak bu kadar absürt bir konuya böylesine absürt bir fotoğraf koymayı uygun gördüm.

Read more...

Bir Efesli'nin İtalya Macerası...

2 Mart 2011 Çarşamba


Efesliler'den en sevdiğim dostlarımdan biri olan Ömer Yağcı, Efes Pilsen için mesafeleri önemsemeden, takımı yalnız bırakmamak adına Siena'ya gitmişti. Sağ olsun, ricamı kırmadı ve bu yolculuğunu en ince detayına kadar anlatan bir yazı yazdı. Yazıyı uzun olmasına rağmen, hiç ama hiç sıkılmadan, tek defada, müthiş bir keyif alarak okudum. Sizlerin de aynı keyfi alacağınızı düşünüyorum. Ayrıca, tek başına ya da birkaç arkadaşı ile yurt dışı deplasmanlarına gitmeyi düşünenler için de çok güzel, yol gösterici bir yazı olduğunu düşünüyorum. Hem takımımızı Siena'da yalnız bırakmadığı için, hem de hatırımı kırmayıp böyle güzel bir yazı yazdığı için bir kez daha buradan teşekkür ediyorum Ömer'e. Kendisine geri dönüşler için: @baturabi5. Buyrun:


İtiraf edeyim, ilkokul öncesinden beri ödev verilmediği veya yazılı sınav tertiplenmediği sürece, ne kitap okumaktan ne de yazı yazmaktan zevk almışımdır, belki beceremediğimden, belki üşengeçliğimden…  Ama bence bu işlerin -özellikle yazım alanının- esas zorluğu;

1) Giriş bölümünde nereden başlayacağını bilememek 2) Başladıktan sonra da –özellikle yazdığın konuda çok doluysan- gelişme bölümünü bir türlü sonuca bağlayamamaktır.

İşte bu sebeplerden ötürü ortaokulda verilen günlük tutma ödevinin tamamını bile defterin kontrol edileceği gün (ki takriben 2 ayda 1 olurdu o kontroller) tek kalemde yazabilmiş ve blog tutma işini oldum olası becerememişimdir. Ama işin içine Burnovic’in hatırı girince mecbur kaldım bu satırları karalamaya (velakin -yukarıda da bahsettiğim gibi- hala giremedim konuya).

Sözlerime Türkiye’ye uyguladığı vize politikası sebebiyle, AB’ye kafam girsin diyerek sert başlıyorum izninizle. Öyle bir maç düşünün ki, alan gruptan çıkıyor; öyle bir takım düşünün ki, bir hafta önce 15.000 kişiye maç oynamış ve o takımın bu çok kritik maçına o 15.000 kişiden naçizane sadece 1’i gidebiliyor. O 1 kişi de, şans eseri 1 yıllık ticari Schengen alabildiği için… (Yoksa vize sorunu olmasa yıllardır gitmediğim deplasman kalmazdı, ne yalan söyleyim bu Sarkozy ve saz arkadaşlarına her seferinde ibra ettiğim maaş bordrolarım, bankadaki mal varlığım ve Schengen database’e katkı payı adı altında alınan 60 EUR’luk asla helal etmeyeceğim parayı ödemek çok koyuyor hala)

Öte yandan bu konuda kulübün de çok yeterli bir PR çalışması olduğunu düşünmüyorum. Bakın eeyyy Efes Pilsen Spor Kulübü’nün PR yetkilileri ve Fan Card sorumluları!! Bu işler öyle maça 1 hafta kala “Alo, biz Efes Fan Card’dan arıyoruz, bilgisayar kayıtlarına göre siz bizim maçlara gelmişsiniz, Schengen’iniz varsa sizi maça götürelim” demekle olmaz. Gerekiyorsa belirlersin 40-50 kişilik bir core ekip, yazarsın Euroleague’e bir mektup, dersin ki “Bu arkadaşlar benim iç dış her maçıma gelen tipler, gönder bakalım bunlar adına 1 yıl geçerli davet mektubunu, bu çocuklara vize alacağız biz, hem de size Devotion diye reklam olur”.  Sonra başlarsın Devlet Bahçeli gibi, “Şimdi bu çocukların,
  • -         Vize parası olan 60’ar EUR’u ödesem eder 3.000 EUR
  • -          Her maça 20’sini götürsem, uçuşuydu, yattı kalktı maç biletiydi eder mi ortalama 250 EUR’dan 5.000 EUR (ki bu gençlerin hiçbiri 5 yıldızlı otel falan istemez ve low-cost uçuşa da razıdır), hatta bu 250’nin 50’sini sembolik olarak gençten alsam bu masraf da 4.000 EUR olur maç başı
  • -          Euroleague’de Final4’a kadar oynanabilecek maksimum deplasman sayısı 10 desen, ortalama 4.000 EUR’dan eder mi bana toplam 40.000 EUR masraf, hadi 10.000 EUR da ekstralar için karşılık ayırayım, olsun sana 50.000 EUR.


-          Gördüğünüz gibi toplamda 50.000 EUR’ya kabaca her maça 20 kişi götürdüm, bu rakamı iyice iyice abartalım, olsun 100.000 EUR. Anadolu Grubu’nun halka açılanan mali tablolarından da rahatça görebileceğiniz üzere yıllık 32-33 milyon TL’lik bütçesi olan bir kulüpten bahsediyoruz. Hani derlerse ki bu bütçe yetmiyor, başka giderlerden kompanse etmek gerekiyor bu parayı; o zaman dağıtmazsın o her maç dağıttığın iç saha bayraklarını, ya da Efes kızlarından 3’ünün işine son verirsin ya da adam akıllı bir fan store açarsın veya kombine çıkarırsın…… (bu alternatifler uzar gider), gene yaratırsın bu kaynağı.”

Gördüğünüz üzere daha hala asıl konu olan Siena seferine giremedim, çünkü bazı konularda hakikaten doluydum ve hala doluyum, ama diğer taktığım şeylere girmeden burada kesiyorum ve
“Ne misyonu, ne vizyonu taraftar yaratmak olan bir kulüpte kime ne anlatıyorum” diyerek geçiştiriyorum özetle.

Benim İtalya maceram, o şans eseri edindiğim Schengen’le başladı aslında. Sonrasında ise -yüz yüze hiç görüşememiş olsak da, telefonda da sadece 1 kere maç sırasında sesini duymuş olsam da- forumda yazdığı her cümlede buram buram “Karşılıksız Efes Pilsen sevgisi” kokan çok değerli abim Ahmet Karadağ’ın “Ben de geliyorum” demesiyle olay kafamda iyice netleşti ve ilk Siena maçını aldığımız gece uçuş biletlerimi alıverdim. Hatta baktım ki takım hakikaten umut veriyor, kaybedilen ilk Real maçının ertesi günü de Final 4 biletlerimi aldım ve İtalya’ya seyahat gününü beklemeye başladım. Ama bu bekleyiş döneminde bizim PR’cılardan zerre eksiği olmayan Euroleague yetkililerinin maç gününü Çarşamba’dan Perşembe’ye çekmesi, benim planlarımı tamamen revize etmeme, Ahmet Abi’ninkilerin ise ödediği uçuş ve otel paralarının üstüne birer bardak su içerek iptal edilmesine yol açtı. O yüzden siz siz olun, uyarmadı demeyin, bir gün Euroleague deplasmanında Çarşamba oynanacağı duyurulan bir maça gitme planı yaparsanız, dönüş uçuşunuzu en erken Cuma’ya alın, çünkü 82 maçın Ekim ayından ayarlandığı NBA’e rakip olmaya çalışan Euroleague’den –organizasyon açısından- bu kafayla ancak TB2L’ye rakip olur. Ha bir de yine siz siz olun, böyle benim gibi tek kişi veya sadece 3-4 kişi gidebiliyorsanız, sakın ha bileti kulüpten istemeyin; benim yaptığım gibi, parası neyse verip kendiniz alın biletinizi (detaylar ilerleyen paragraflarda).

Aslına bakarsanız ne evvelki Perşembe akşamı kaybedilen Real maçı; ne de hafta sonu kaybedilen KSK maçı bendeki Final 4 inancına darbe indirememişti giderken (ta ki yine ilerleyen paragraflarda bahsedeceğim bir olaya kadar). Çünkü sonuçta ortada tek bir maç vardı ve kazanan çıkacaktı, isterse takım ondan önceki 40 maçı kaybetsindi.(Cavs’in ve Barca’nın LA’i yendiği bir dünyada yaşıyoruz sonuçta). Bu inançla Cumartesi sabahı, valizimde esas ağırlık olarak Ali İlker Abi’den aldığım Efesliler pankartı ve formalar olduğu halde Roma’ya doğru yola çıktım. Salı sabaha kadar Roma; Salı ve Çarşamba da Firenze – Pisa derken Perşembe öğlen Firenze’den 11:10 trenine atlayıp kendimi Siena’da buluverdim.


Bu noktada gidip görmeyenler için çok kısaca Siena’dan bahsedeyim: O yıllardır Euroleague’de ve Serie A’da takımını izlediğimiz Siena, şehir merkezi itibariyle tamamı yürüyerek 1-1,5 saatte bitirilebilecek kadar küçük ve İtalya’nın diğer çoğu şehir merkezlerinin aksine düzlük olmayan; Fulya bayırı gibi bir yokuş sahibi bir kent. Rahmetli Bülent Ecevit’in köy-kent projesinin İtalya’da vücut bulmuş hali adeta. Kentin sanayi kısmı ve ortaçağdan kalma tarihi köyleri ise dağınık bir şekilde şehrin dış kısımlarına yayılmış durumda. Turistik olarak görmeniz gereken kısıtlı yerler dünyanın ilk bankası (1472) olarak nitelendirilen ve günümüzde de Montepaschi bankasının genel merkezini barındıran tarihi banka binası ve bu binanın biraz ilerisinde yer alan hipodrom diye de nitelendirilen –daha çok bir veledromu andıran- geniş meydan. Onun dışında da hemen her Avrupa kentinde rastlayabileceğiniz bir Duomo’su (bizdeki adıyla dom) var ama girişi paralı olduğu için girmeye değmez derim ben ( O paranın 5-10 EUR fazlasını trene ayırıp Vatikan’a katedrali bedava görmeye gidebilirsiniz mesela). Şehir merkezinde görülecek yerler bunlarla sınırlı, ama dar ve tarihi sokak yapısı hakikaten de göze çok hoş geliyor bu kentin. Çok vaktiniz varsa da kentin etrafında bulunan ve tamamen Ortaçağ’dan kalma yerleşimlerin olduğu söylenen köylere gidebilirsiniz yine.


Benim Siena’ya varışım saat 1 gibi oldu. Şehir merkezi nispeten pahalı olduğu için tren istasyonundaki Pam süpermarketinden yiyecek-içeceklerimi temin edip şehir merkezine (centrale) geçtim. Cuma akşamı Türkiye’den çıkmadan ve maç sabahı Firenze’den çıkmadan önce Alper Yılmaz’dan kalınacak otelle ilgili teyiti aldığım için hemen takımın kaldığı NH otelinde aldım soluğu. Otele girer girmez takımdan biri gibi davrandığım için yemek odasına geçmeme kimse ses çıkarmadı. (Hatta o kadar müşteri gibi davrandım ki; ağır olan valizimi de otelin bagaj odasına bırakıverdim) Odaya girdiğimde takım öğle yemeğindeydi. Hemen Alper Abi’nin yanına gidip “Nedir abi durum, alacak mıyız?” diye sordum, “Valla maç ortada, inşallah alırız” cevabını aldım. Cevap çok gerçekçiydi aslında, ama bu noktada yukarıdaki bir cümleme flashback yapmak isterim:

“Aslına bakarsanız ne Perşembe akşamı kaybedilen Real maçı; ne de hafta sonu kaybedilen KSK maçı bendeki Final 4 inancına darbe indirememişti giderken (ta ki yine ilerleyen paragraflarda bahsedeceğim bir olaya kadar)”

Daha sonra Ender, Kerem Gönlüm ve Adnan Abi’ye(Güney) de ayak üstü selam verip başarı dileklerimi ilettikten sonra otelden ayrıldım ve şehri gezmeye başladım. Dönüş uçuşum Cuma öğleni Roma’dan olduğu için (ki Ahmet Abi benim kadar şanslı değildi maalesef) tren biletlerimi de ayarladıktan sonra maça bir saat kala, benim için Siena’daki hayatı çok kolaylaştıran kişiyle buluşma şansını yakaladım: “Milena Giambruni”.


Milena bileğini kesseniz yeşil-siyah-beyaz kan akacak kadar fanatik bir Siena taraftarı. Aslen Firenze-Siena arasında yaşamasına rağmen bizim Efesliler’deki bazı cefakar arkadaşlar gibi maç günleri Siena’ya geliyor ve takımın hiçbir maçını kaçırmıyor. Takımın taraftar grubu olan Mens Sana Basket’in tanınan, bilinen ve sevilen üyelerinden biri. Kendisiyle buluşma amacım, bizim forumun ultras kültürüne meraklı üyesi Serdar’ın kendisine Türkiye’den gönderdiği bayrak, atkı ve logoyu iletmekti esasen, ama sağolsun Milena saat 17:30’dan itibarenki buluşmamızdan itibaren bana öyle sıcak davranıp sahip çıktı ki (arkadaşlarını devreye sokup kalacak yer arama, şehir tanıtımı, fotoğraf çekimleri, takımın oteline kadar eşlik etme ve birazdan bahsedeceğim esas sürpriz); artık Türkiye’ye deplasmana geldiğinde onu baklava börekle ağırlamak farz oldu. Böylesine iyi bir ev sahibiyle tanışmama vesile olan Serdar Ocaksönmez’e de buradan tekrar teşekkürü borç bilirim.

Evet, saatlerimiz artık 18:25 ve soluğu maça doğru yola çıkmak için, takımın kamp yaptığı NH otelde alıyoruz. Valizlerimizi aldıktan sonra lobide gördüğümüz oyuncu - yönetici hemen herkese teker teker başarı diliyoruz ve pankartımızı gösterip arkadaşların selamlarını iletiyoruz. Bu noktada bize hiç pas vermeyen çok değerli “ELİT” yöneticimiz Engin Özerhun’a da tekrar selam ediyorum. Nur Germen bile ömründe sadece 1 kere görmüş olmasına rağmen bizimle ilgilenip sohbet ederken Engin Bey’in –tabi ki maç heyecanıyla- taaaa Türkiye’den –kulüpten 5 kuruş destek almadan- sırf takımı desteklemek için gelmiş olan bizi gözünün görmemesi dikkatlerden kaçmıyor. Öte yandan, o esnada kapıda bekleyen 3 Türk gencine gözümüz ilişiyor. Soruyoruz, Bologna’da Erasmus öğrencisi olduklarını ve bir ihtimal bilet bulma ümidiyle şehre geldiklerini; ve lakin biletlerin tükendiğini öğreniyoruz, kendilerine akşam oteli ziyaret etmeleri söylenmiş, belki bilet bulunur denmiş. İşte o 3 bilet, Pertevniyal’in “genç” ve “başarılı” guard’ı Özgür Alyüz tarafından gençlere veriliyor ve onlar da kafileye katılmış oluyor. Lobide ve kapıda çekilen birkaç fotonun ardından saat 18:40 itibariyle Siena’nın salonu Palaestra’ya doğru yola çıkıyoruz. Biz takım otobüsünün arkasında, basın mensuplarını taşıyan minibüsteyiz. Yolda Melih Gümüşbıçak’a soruyoruz: “Abi, geçen hafta Rako’yu övmüşsün, keşke olsaydı demişsin, hayranların yasta” diyoruz, “Kazanalım da yeter ki Rako atsın” diyor. “Bugün kim ne atacak peki?” diyoruz. “”Bugün Kerem Tunçeri ve Bootsy atacak, ama sayı söylemem, Partizan’da Rako’ya 23 dedim, adam ilk devre 22 atıp, 2. devre 1 attı” diyor. Ön tarafta ise (Alper Yılmaz, Nur Germen, Nazım Bey, Pertevniya’in Başkanı ve 1-2 gazeteci) İtalya’da 2 şehir arası seyahat ederken tren biletini valide etmediği için ceza yiyenlerin sohbeti var. Bu sohbetlerle 5 dakika içinde Siena’nın salonu Palestra’ya varıyoruz.


Palaestra, Siena tren istasyonunun hemen yanı başında (yürüyerek 3-4 dk), mimari olarak eski ama atmosfer olarak büyüleyici bir salon. 4 tarafının tribünlerle çevrili olması ve bu tribünlerin toplam 5.000 kapasiteli olması dışında bizim Ahmet Cömert’ten çok da aman aman güzel bir salon diyemeyiz. Ama salonları salon yapan tabii ki seyirci ve atmosferdir ve Palaestra bu maçın ardından benim gözümde salondan ziyade bir mabettir.

Palaestra’ya varıp otobüsten iner inmez garajın üst tarafından adımı bağıran bir sesle irkiliyorum, bir bakıyorum bizim Milena. “Koş gel” tarzı hareketler yapıyor, ben de onun yanına doğru çıkıyorum. Önce Ahmet Abi’nin ayırttığı biletleri almaya gidiyoruz, şansımıza Ahmet Abi kendi 2 biletini iptal ettirip parasını iade aldığı halde, o biletler de bana veriliyor. Bu 2 bileti de ya o Bologna’dan gelen arkadaşlara veririm, ya da pankart açarım diyerek sesimi çıkarmadan ayrılıyorum oradan Milena ile. O anda öğreniyorum ki; facebook’ta o hafta bir yarışma olmuş ve talihliler, maç öncesi VIP odasında evvelsi gün 24. doğum günü kutlayan Malik Hairstone’a ile tanışma ve forma imzalatma şansını yakalamış. Milena, Euroleague görevlilerine rica ediyor ve ben de Efes formamla içerde buluveriyorum kendimi. 5 talihli içerde Malik’le tanışıp hoşbeş ediyor, fotoları çektiriyoruz ve daha sonra da salondaki yerimizi almak için Milena’yla beraber odadan ayrılıyoruz. Yerimize geçmeden önce Türkiye’den sipariş verilen atkıları, tribün arasına kurulan seyyar fan store’dan alıyoruz. (şehir içinde bir fan store bulundurmaması Siena organizasyonuna verdiğim ender eksi puanlardan biri)


Salondaki yerimiz hemen Efes bençinin masa hakemlerine doğru arka çaprazı. Yani salonun oyuna ve bençlere en hakim yerindeyiz. Bu yeri almak için ödediğimiz tutar 44 EUR. Ama hakikaten de değecek bi yerdeyiz, zira kulübün diğer 3 arkadaşa sağladığı deplasman tribünü bileti pota arkası üst diye tabir ettiğimiz bölgeden oluyor. Onlar da 3’lüyü bozmak istemediğinden benim yanındaki 2 boşluk pankarta kalıyor, mamafih pankart 2 değil 3 boşluk istediğinden maç içinde başıma bir facia geliyor. (az sonra)


Yerime oturduğumda takımlar çoktan ısınmaya başlamış, Mens Sana Basket üyeleri de bizim Milena da dahil, pota arkasındaki yerlerini alıyorlar. Daha takımlar sahaya çıkarken ve sonrasında anons edilirken bile taraftarın sahaya ne kadar etki ettiğini hissedebiliyorsunuz. Öte yandan ben de o sırada pankartı asma telaşındayım, önce polisten daha sonra da Siena’nın Yusuf Erboy’undan izin alarak pankartı masanın yan tarafına bantlıyorum. Ama birkaç dakika sonra gelen özel güvenlik olduğunu tahmin ettiğim kişi, pankartı “unauthorized” olduğu gerekçesiyle söktürüyor, ama oturduğum yerde açabileceğimi söylüyor. Eyvallah diyerek pankartı yanımdaki 3 boş koltuğa yayıyorum. Başta sorun yok, ta ki maçın başlamasına 2 dakika kala mülayim eşi ve küçük oğluyla salondaki yerini alan o şirret kadın teşrif edene kadar.


Kadın gelir gelmez, burası Siena, açamazsın o pankartı diye ağzından köpükler saçıyor. İşin ilginci, ondan başka da karışan görüşen yok. Maç başladıktan bir süre sonra kadının tacizleri öyle bir boyuta varıyor ki, bir yandan çene yapıp öte yandan arkadan başıma vurup diğer yandan da pankartı katlıyor çirkef kadın. Kocası ise sessiz sessiz oturuyor yanında (Allah o adama sonsuz sabırlar veya iyi bir boşanma avukatı versin bir an önce, amin).


adresinden kadının karakteriyle ilgili 20 saniyelik, kısacık bir fikir sahibi olabilirsiniz. Zaten o kafaya vurma hareketinden sonra kadına dönüp yaradana sığınarak ağzıma geleni Türkçe-İngilizce ve İtalyanca söylüyorum. Kadın o dakikadan 4. çeyreğe kadar bir daha benimle uğraşmıyor, ta ki ben onunla uğraşana (fotosunu çekene) kadar. Fotodan hanımefendiyle ilgili yeterli görüşe sahip olabileceğinizi düşünüyorum.


Velhasıl, kadın bir şekilde maç boyu bana oynarken, sadece pota arkasındaki Mens Sana Basket üyeleri değil; tüm salon da maçın hakemlerine ve Efes’li oyuncuların üzerine oynuyor (anons sırasında alkışlanan Bootsy hariç) Öyle anlar oluyor ki, bizim oyuncu ayağı bir metre saha içinde olduğu halde topu çeviriyor, tribünler topluca bu kararı protesto ediyor ve bu yüzden etki altında kala hakemler, Rako’ya aynı pozisyonda yapılan 3 faulü çalmayıp Raduljica’ya hücum faul çalabiliyor. Ben açıkçası maçtan önce otelde Ufuk Sarıca’ya, 1996 Bologna yarı final rövanşındaki hakemleri hatırlatmış, benzer bir senaryo olabileceğini konuşmuştuk. O zamanki kadar kötü olmasa da, üstünü çizerek söylüyorum bu maçtaki hakemler “KÖTÜ NİYETLİ”ydiler. Sadece 2 pozisyonla özetliyorum bu kötü niyeti: 1) Hepinizin gördüğü Kerem Tunçeri’ye takılan çelmeye verilmeyen –sportmenlik dışı- faul ve hatta topun Sinea’ya verilmesi (ki hakemin gözleri önünde oldu bu pozisyon) 2) Sadece benim gördüğüm, ekranlara yansımayan bir anda hakemin takımına nizami alanda taktik veren Peras’ın klonu çekiştirerek indirmesi (bakınız Davos, bakınız Tayyip Erdoğan, Bakınız van minüt; tamamen o kol indirme hareketinin aynısını düşünün)


Maçın teknik analizine pek girmeyeceğim, zaten basketbolun teknik kısmından çok anlamam da, bizim forumda kendini Hıncal Uluç sanan tipler gibi üstat edebiyatı da yapmam. Ama bir basketbol izleyicisi olarak, bana göre ilk yarı hem hakemlerin kötü niyetleri, hem de Siena’nın biraz şut ve havuza düşen top şansı; biraz da savunma ribaundu ve pick’n roll savunması eksikliğimizden dolayı 49 sayı yemiştik bile. Ama son 20 saniyede tam saha presin de etkisiyle, devre arası, farkın sadece 2 olması teselli ediciydi.


Ama 3. çeyekten itibaren Peras’ın üst üste yanlış tercihleri (Murray-Rako’nun sahada uzun süre kalması, takımın çok kısalması vs.) ve hücum gücünün de bu tercihlere rağmen düşmesiyle havlu atmaya başladık. Kerem Tunçeri’nin yerini Murray’e bırakmak için kenara gelirken haklı olarak isyanı da zaten maçın kaderinin döndüğü 2 andan biriydi. Maç 70-54’e kadar geldikten sonra Roberts’ın sakatlanıp, son çeyreğe Nachbar ve Kerem Gönlüm’lü çok kısa ama hücumcu bir 5’le başlayıp 76-67’ye gelinmesi, ve fakat Vişne’nin o hücumda denediği 3’lüğün girmemesiyle dönüşte yediğimiz sayı ise maçın bittiği kader anları oldu.


Sonuç olarak kazanabileceğimiz bir maçı kaybettik ve geçen sene olduğu gibi yine Final 8 kapısından geçemeyip annemizin ligine döndük. Maçtan sonra bütün oyuncular saha içinde tokalaştıktan sonra soyunma odasının yolunu tuttular. Biri hariç… Maç öncesi fotoğraf taleplerimi sonuncusu hariç kırmayıp çektiren, sonuncusu içinse “Şu anda maça odaklanmam gerekiyor, ama maçtan sonra gel, istediğin kadar çektiririz” diyerek kibarca reddeden Igor Rakocevic, tam soyunma odasına girecekken koşarak geri dönüp şaşkın bakışlarım arasında yanıma gelerek elimi sıktı. Yıllardır bir Efes oyuncusundan gördüğüm en sıcak davranışlardan biriydi bu açıkçası. (Otelde yakın ilgi gösterip hoş geldin diyerek karşılayan Ender’in de yeri ayrıdır bu konuda) Aslında Rako’nun yaptığı çok doğal bir oyuncu taraftar seramonisiydi, ama bizim oyuncuların çoğunun yıllardır taraftarı kaale almamasının yanında bu hareket benim için çok şey ifade etti. Forumda yeri gelir, Rako’yu oyunundan dolayı sert de eleştiririz, ama saha dışındaki kişiliğine, daha önce bir deplasman dönüşü yine sergilediği sıcak kanlılıktan dolayı var olan sempatim iyice tavan yaptı bu maçla. Diğer oyuncuların tribüne gelmeyişini ise moral bozukluğuna bağlayıp dana altında dinazor aramıyorum bu maçlık.


Maç çıkışı, yardımcı koç Ekrem Memnun’u sıkıntılı bir şekilde takım otobüsünün yanından beklerken gördüm. Wisnievski’nin sözleşmesinin bittiğini kesinleştirdikten sonra “Sizce kim gider Ekrem Abi?” dedim ve beklediğim cevabı aldım: “Başkan bilir.” Durum o kadar karışık ki; “Teknik ekiple ayrılsan bir dert, yabancıları yollasan ayrı dert, teknik ekibi tutsan Türkler’le ilişkiler ayrı dert”. Artık bizler de merakla “Başkan”ın sezon sonu icraatlerini bekliyoruz.


Ekrem Abi’yle otobüsün başında beklerken sırasıyla Tomislav, Peras ve oyuncular da geldi. O anda Rako, birden yanıma gelip, “Kusura bakma, maçtan önce maça odaklanmak için çektirememiştik fotoyu, istersen şimdi çekebiliriz” dedi. Bir Efes oyuncusundan ve hatta yabancısından beklemediğim bu yakınlığa karşı neye uğradığımı şaşırararak pankartımızla o meşhur fotoğrafı çektiriverdik.


Daha sonra ise takımı uğurlayıp dımdızlak ortada kalıverdik. Ne yalan söyleyim, o anda aklıma İbo ile Güllüşah filminin son sahnesi geldi. Hani İbo, bol katılımlı, şenlikli bir düğünle muradına erip evlenir de,  düğün çıkışı karısı (Ayşen Gruda) ve eşeğiyle Taksim’in ortasında dımdızlak kalır ya. İşte ben de, Bologna’dan gelen gençlerle beraber öylece kalıverdim takımın ardından. Dualarımız tren istasyonunun açık tutulması yönündeydi, zira kalacak yerimiz yoktu Siena’da. Neyse ki dualarımız kabul oldu ve Siena tren garındaki dondurucu geceye müteakkip trenle Roma’ya geçip Cuma akşam saatlerinde yurda döndüm.

İşte benim İtalya maceram budur özetle. Yazının başında da belirttiğim gibi, yazmaya başlayamıyorum, başlayınca da detay girmekten bitiremiyorum, yazının tamamını okuma sabrını gösterebilen herkesten bu yüzden tekrar özür dilerim. Son sözlerim de Mens Sana Basket için olsun:


Ölmeden önce mutlaka Siena’da bir maç seyredin, o organizasyonu görün, devre arası 2’ye 2 maç yapan altyapı oyuncularıyla eğlenin ve neredeyse tamamı birbirini tanıyan Mens Sana Basket üyeleri ve diğer Siena taraftarlarını Palaestra’da selamlayın, oyuna etki etmek ve takımın 6. ve hatta 7. adamı olmak neymiş yakından görün. Çünkü onlar bunu hakediyorlar…

Read more...

Euroleague Top 16 6. Hafta Programı (3 Mart 2011)


3 Mart Perşembe

20:45 Efes Pilsen - Partizan (SKY TÜRK)
20:45 Real Madrid - Montepaschi Siena
20:45 Pow. Elec. Valencia - Fenerbahçe Ülker (NTV SPOR)
20:45 Olympiakos - Zalgiris Kaunas
21:45 Lietuvos Rytas - Caja Laboral
21:45 Unicaja - Panathinaikos
21:45 Regal Barcelona - Union Olimpija
21:45 Lottomatica - Maccabi Electra

Read more...

Bloguma Dokunma !

1 Mart 2011 Salı


Son yıllarda yasaklar ülkesi haline gelen ülkemizde bir yasakla daha karşı karşıyayız. Blogspot uzantılı sitelere, sitelerimize şu mevzudan ötürü artık erişim yapılamayacak. Kararın hiçbir mantığı yok, irdelemek bile gereksiz. Tek yapmamız gereken buna tepki koymak. Mücadelemizi buradan sürdürüyoruz, katılıp destek olabilirsiniz. Aslında en büyük tepkiyi sadece kendi çıkarlarını düşünerek pire için yorgan yakılmasına sebep olan Digitürk'e, aboneliklerimizi iptal ettirerek verebiliriz diye düşünüyorum.

Daha yazacak, okuyacak çok şeyimiz var! #blogumadokunma



Read more...